Dünyanın 4/3 ünün sular ile kaplı olduğunu ve suyun insan yaşamındaki önemini pekala biliyoruz. Yalnızca insan yaşamı için değil tüm canlılığın var oluşunda ve sürekliliğinde suyun büyük bir rolü olması tabiatta en çok incitmekten ve israftan korkmamız gereken şeyin aslında su olması gerekçesiyle, tıpkı bir hayvanı, bir bitkiyi gözümüzden sakındığımız gibi suya da aynı şekilde yaklaşmalıyız. ’’Kötü rüya gördüysen suya anlat, su ile beraber akıp gider dertlerin’’ der büyüklerimiz, adeta suyun iyileştirici gücünden haberdarlarmış gibi. Ne vakit nazara gelsem bir bardak suya okur ve o suyu içirir annem sonrasında ise üzerimdeki kırgınlığı atar, anneme ve suya teşekkür ederim. Burada su ile iletişimin ne denli bir şifa olduğunun önemini vurgulamak istedim. İnsanın ve dünyanın büyük bir çoğunluğunu kaplayan ve canlılık veren bu mucizevî varlığa minnet borcumuz çok fazla ve bunu sadece israftan, kirletmekten, kurutmaktan kaçınarak ve sevgi ile iletişime geçerek sağlayabiliriz. Yeri gelmişken değinmek istediğim nokta, Uşak ve çevresindeki sanayiler; Murat dağından kopup Ege denizine dökülen şırıl şırıl akarsularımızı maalesef yeterli arıtma tesisleri kurulmadığı için kirletmekte ve bütün ege havzasında kirliliğe sebebiyet vermekte, doğayı katletmektedir. Bunun gibi dünyada ve Türkiye’de çok fazla örneğinin olması ne yazık ki suya verilen değerin yeterli olmadığını kanıtlamaktadır.
Her birey doğaya bir fidan bağışlamalı ki diktiğimiz her fidanı su ve sevgi ile büyütüp dünyaya ve kendimize geri dönüşümünün sağlık açısından çok fazla önemi olduğunu pekâlâ görmeli. Kendi diktiğimiz değil, hali hazırda canlılığı devam eden tüm bitkilere aynı hassasiyetle yaklaşmalı, mümkün olduğunca her fırsatta doğa ile bağlantıya geçmeli, dinlemeli ve hatta gördüğü ilk ağaca sarılıp teşekkür etmeli borçlu olduğu her şey için. Nitekim İslam dini de dâhil olmak üzere tüm dinler yaratılan tüm bu güzelliklerin korunmasını emretmiştir. Tabiat ana ile insan zaten birbirinin aynasıdır, üzülür yağmur yağar bir bakmışsın güneş neşe ile gülümser tepeden. Kirletirsin küser, kurutursun akmaz, sevgi ile besler, iletişime geçersin sana sunabileceği tüm faydaları sunar ve canlılığına destek verir. Tabiat ana diyorum çünkü tabiat doğurgandır. Tabiatın bütünü sağlıklı ise, doğan çocuklar da sağlıklı olurlar ve sağlıklı nesiller olarak yetişip insanlığa mal olurlar.
O halde tabiatı korumak demek, dünyanın sürekliliğini sağlamak, dolayısıyla evine sahip çıkmak demektir. Tabiata karşı gösterdiğimiz samimiyetin tecellisi ise olumlu geri dönüşümler almak demektir. Zaten tekâmülünü tamamlamış her birey bunun bilincindedir ve doğaya plastik atıklar atmaktan, boş yere su israfında bulunmaktan, kırmaktan, kesmekten, betonlaştırmaktan kaçınmakta, tabiat anayı sağlıklı kılmak adına elinden ne geliyorsa yapmaktadır. Bunu yapmıyor, toprakları betonlaştırıp doğal afetlere sebebiyet veriyor, ağaçları kesip oksijenden çalıyor, suları kurutup, kirletip tarıma engel oluyor, çöpü yere atıp tabiat ananın tüm dengesini alt üst ediyor ise o insan; tekâmülünü tamamlamamış, zarar verme gayesi ile samimiyetten ve doğallıktan uzak kalmış dolayısıyla kendisinden de uzak durulması gereken insandır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ’’biz doğayı korudukça, doğa da bizi korur’’ sözü nitekim tabiat ananın önemini vurgulamaktadır. Dolayısıyla doğayı korumayan bir bireyin insanlığı ve canlılığı korumak gibi bir gayesinin olmadığı apaçık ortadadır. Samimi, doğal ve tüm dengelerin korunduğu bir dünya düzeni aslında ütopik gibi görünse de mümkün. Yeşili sev, doğayı koru, sağlıklı ve doğal kal.