Kendini reddeden insan cümle alemi reddetmiş demektir, bunu bilemedik. Bilemedik tezahür edecek olan en büyük devrimin insanın kendini kabul etmesi ile gerçekleşeceğini, bir hastalık gibi yayılan kibrin bir noktada iyileşme göstermeye başladıktan sonra taşların tek tek oturacağını. İçimizde gerçekleşebilecek devrimin gücüne inanmanın ehemmiyetini. İnanmayı reddettik zira bizce ne insan olmaya layıktık ne de insanca yaşamaya. Dünyada bulunduğumuz süre boyunca yönetilmeyi tercih ettik. Nitekim bizlere bir beden verildi bir de isim. Şu olacaksın dediler olduk, şöyle yaşayacaksın dediler yaşadık, bunu sakın yapma dediler yapmadık. Tıpkı bir bedene kilitlendiğimiz gibi bir televizyona kilitlendik ya da bir telefona. Ondan sonra, ne ismimizin bir önemi kaldı ne cismimizin. Oysa ki biz bir bedenin, bir ismin de ötesindeydik.
Bizi kendimizden uzaklaştıran aklımızda; dünyaya gelmek bir suçmuş gibi, bu suçun cezasını çekmek zorundaymışız gibi, burada yaşamı sürdürebilmek için onlara muhtaçmışız gibi bir algı oluşturuldu. Bu düşünceler yüzünden öfke ve kibre düştük. Milyonlarca insanın içinde kendimizi tek saydık, eşitliği görmezden gelip en üstün kendimiz sandığımız için bocaladık ve bir suç işledik kendimizi affetmedik, affetmediğimiz gibi suçlar silsilesine devam ettik, kendimize kötü olma cezası kestik, acının bizi iyileştiren gücünü reddettik, ne sevmeyi becerebildik ne sevilmeyi, bu sayede zaaflarımız kullanıldı, manipüle edildik. Sonra yavaş yavaş katledildik, görmezden gelindik, fikirlerimiz susturuldu, hareketimiz önlendi, yeteneklerimiz harcandı, maddi ve manevi olarak tüketildik, gençlik ışığımız söndürüldü. Geleceğimiz önemsizdi, hatta sadece insan olmamız bile. İnsanca yaşamak için geldiğimiz bu dünyada üvey evlat muamelesi gördük. Umutla atan kalbimiz, sıcacık bir gülümsememiz bile çok görüldü. Ya siyahı seçmek zorundaydık ya beyazı, bizden diğer renklerin varlığı gizlendi. Renkleri göremedikleri için, avuçlarıyla ikram ettikleri uyuşturucuya düşen gençlerin sayısını saymaktan korkar olduk. Kendi vatanında okumuş, kültürü ile devrim yapabilecek nitelikteki insanları vatanını terketmek zorunda bırakışları içimizi yaktı. Güneş her doğduğunda yeni bir intihar haberi ile gelmekten utandı, sebep olanlar utanmadı. Şefkat ile kucakladığı insanoğlunun her geçen gün elinden alınanlara şahit olan tabiat ağlamaktan helak oldu, elimizde kalan son umut tanelerini alanların gözünden tek bir damla dahi yaş akmadı. Gençliğimize küstürüldük, her dalıp gidişimizde, içimizde eksik bırakıldığımız yaşama karşı olan özlemimiz bizi kasıp kavurdu. Sistematik bir şekilde tüketildik. İçlerinde gerçekleştiremedikleri devrimi, beyhude bir şekilde planlıca dışarda gerçekleştirmeye çalışmalarının cezasını biz çektik. Yaşamdan eksik bırakılarak çektiğimiz bu ceza bizi yaşama hevesine daha da yakınlaştırdı. Nitekim engellendiğimiz her şeye daha sıkı sarıldık.
Engellendiğimiz tüm o duygulara daha da kalpten bağlandık. Fiilen tutsaklaştırılmaya çalışsakta, ruhen özgürleştik. Aklımız yönetilmeye müsait olsa da, gönlümüz hakiki olanı tanıdı. Şahit olduğumuz her haksızlıkta yanan canımız, kibirimizi kırdı. Kendimize ceza kesip reddettiğimiz ve bizi reddettiğini düşündüğümüz her duygu; merhamet, şefkat, sevgi, kalbimizin en ücra köşesinden çıkıp tekrar can buldu. Nitekim öldürülmeye çalışıldıkça yeşerdik. Umutlarımız tüketildi fakat aslolan umudun içimizde güvende olduğunu, oraya asla ulaşamayacaklarını öğrendik. Onun ışığının hep yandığını, içten dışa çıkarıp etrafı aydınlatmak için kullandığımızda devrimi gerçekleştirebilecek güçte olduğumuzu öğrendik. Galibiyetine ulaşmış olduklarını sandıkları gayelerin, bir neslin uyanışı ile ufalacağının farkındaydık. Öyleyse uyan ey neslim, burası bizim evimiz ve biz yaşamı devam ettirmek için evimizi yeniden inşa etmek zorundayız.