Tarih boyu savaşların hep inanç savaşları olduğu söylenir ki yalan da değildir. İnsanın inanmaya ihtiyacı vardır ve inanırsa dünya anlam kazanır inanırsa işe yarar inanırsa bir işe sarılır, inanırsa eserler bırakmayı başarır. İnanmazsa hiç bir şey olmaz. Düşünsenize aklın başına gelmiş ama inanma kabiliyet ve yetisini yitirmişsin. Anne baban seni anne babaları olduğuna inandıramıyor, okul çağındasın ve okulun sana okuma yazma öğreteceğine inandıramıyor veya okul da seni bıraksa evin yolunu bulup eve dönebileceğine inandıramıyor. İnanamayan zaten bilemez de çünkü bilmek de bildiğine inanmakla doğru orantılı ki inanmazsan hissetmen de zorlaşır veya hislerinle baş etmende.
Demem o ki insana ve insanlığa en fazla ihtiyaç olan inanma yeteneği ve buna bağlı güven duygusu ki insan bir şeylere inanmaktan kendini alıkoyamaz. Allah yok diyen Allah'ın yok olduğuna inanıyor Allaha inanıyorum diyen de kendi inancını ikrar eder esasen inanmıyorum diyen de. Bir şeye inanmamak zıddına inanmanın gereğidir çoğu kez ve insan istese de inanır bir şeylere istemese de. Hiç kimse ben hiç bir şeye inanmadan yaşaya geldim diyemez. Keza hiç aldanmadan kandırılmadan inancı boş çıkmadan hayatı yaşayabilen de yok gibidir. İster batılı olsun ister doğulu bütün aydınlar inanıyorum öyleyse varım sözünü doğrulamıştır ki insan bana göre zaten inandıkları kadardır ve evet insanın savaşları ekseriya inançları uğrunadır. İnansak da inanmasak da bu bizim gerçeğimiz insanlık olarak ve razı olsak da olmasak da ortak inançlar sebebiyle savaşlar ve yine inançlar sebebi ile barışlar yaşayacağız dünya döndükçe.
Peki insanlığın inanca olan bu ihtiyacı bastırılmadığı için insanlık saçma sapan inançlar da çare arıyor olabilir mi? Veya aldatılmak anlamında kandırılmamız doğruya inanmaya doyamadığımız manasına kanamamamız olabilir mi? İnanmamız gereken doğrularla buluşturulmayıp yalan ve batıllarla işgal edilen zihnimiz o batıllara inanmaya adeta mecbur bırakılıyor olabilir mi? Bir yerinde örnek ile açıklayayım. Her Peygamber yada kurtarıcı daha gelmeden geleceğine inanılan ve çoğu yıllar boyu beklenen insanlardır ve geldiklerinde onlar gelmeden onlara inananlar hemen teslimiyet göstermişlerdir ki bunun en bariz örnekleri İki Cihan Serveri Allahın Habibi bizim Peygamberimiz ve Mevla'mız Hz. Muhammed Mustafa'nın (sav) hayatında görebiliyoruz.
Üveys El Karani tek başına yeterli bir örnek iken bir çok örnek var konuya ilişkin yaşanıp gerçeği olmuş insanlık tarihinin ve günümüze de aktarılıp insanlığa mal edilmiş. Faraza Peygamber beklentisini fark edip birileri mümkün değil ama Peygamberimizi 40 yaşına gelmeden esir etseydi bir mağaraya saklasaydı ve aralarında birini vahiy indi buna bu peygamber diye sahaya süreydi inanın muvaffak olabilirlerdi bir miktar ve bir müddet. Örneği daha da açalım Ebu Süfyan Ebu Cehil ve Ebu Leheb mesela üçü bu planı akletse ve uygulasa şehrin ileri gelen zenginleri olarak ve aralarından birini Peygamber diye ilan edip kendileri peşinen inanmış görüverse insanlardaki inanma ihtiyacı ile de buluşunca inanan bulması hiç de zor olmaz. Aslı meydanda olsa elbette kimseyi inandıramazlar ama aslını halktan sakladıkları bir zeminde bu pekala mümkün. Mesele zaten inandırmak değil mi? Peygamber sağken İslam’ın kuralları ama ille de zekat ve oruç ağır gelenler zekatın ve orucun farz olmadığı kemalat bulmanın çok daha kolay olduğu iddiasında bir din vaaz eden sahte Peygamber Müseylemetül Kezzab'a inananlar olduğunu da hatırınızdan geçirin ki insanlığın inanmaya duyduğu muhtaçlığın insanlığa nasıl saçma sapan kaderler yaşatarak dünyasını ahiretini helak edebildiğini görebilesiniz ve inanmaya ve inandırmaya olan muhtaçlığımızla yüzleşip konuya ilişkin tedbirler alın.
İnsan eşine güvenmeli ki gece rahat uyuyabilsin veya sabah içi rahat işe gidebilsin. Çocuğu yalnız bırakabiliyor muyuz evde? Hayır güvenemiyoruz ama anne veya anne adayını bırakmak zorundayız ve güvenmek zorundayız öyle değil mi?Keza eşlerimiz de bize güvenmek zorunda aynı şekilde yoksa yaşayamayız. Bu güven neye bağlı bir inanca bağlı ortak inanca ortak yuva kurduğumuza ve beraber aile olduğumuza olan inanca sevdiğine sevildiğine dair inanca bağlıdır evlilikte güven duygusu. İş yerinde çalışıyoruz ama patrona güveniyoruz muhasebecinin başını beklemiyoruz sigortadan çıkartacağı veya maaş ödemeyeceği gibi inançlarımız olsa çalışabilir miyiz? Veya iş veren işçiye işini malını makinesini adı neyse teslim edebilir mi hiç güvenmeden?
İnsanlık olarak bize gerçekleri söyleyen ve bizim inanma ihtiyacımızı gideren aydınları çok perde gerisine attık galiba ve galiba hiç kulak vermez olduk insanlık büyüklerine. Çoğumuzun hiç kitap okumadığı ya da hiç kimseyi insanlık veya Türk büyüğü kabul edip hayatını öğrenerek örnek aldığı veya ışığından yararlandığı bile yok. Adam var babasına annesine küs amcası dayısı ile zaten hiç işi olmamış, ne din öğrenmiş ne diyanet okuldan sonra kimseyi büyük bilmemiş ki öğretmen kıymetini de bilmemiş zaten yalnız başına yaşıyor ve kimseye büyüğüm demiyor. Sorarsan eyvallahı yok. Hiç olur mu öyle şey? İnsan Eyvallah'ı oldukça büyür. Yürümeyi yeni öğrenen çocuklar da nasıl ki büyük elinden tutan daha çabuk öğreniyor yürümeyi ve daha az düşüyor aynı o zamanki gibi hayat ve hepimiz düşe kalka büyümeye devam ediyoruz çok farkında olmasak da belli büyüklüğe eriştikten sonra dünya meşakkatine hepten dalıp yer yer kendimizi bile unuttuğumuz için.
Bilmiyorum kaçınız yazıyı buraya kadar okudu ama hali pür mealimiz kafa yorucu maalesef ve maalesef uzun uzun yazmadan ifade edilemiyor ki fotoğrafı çekelim de sıra çareyi düşünüp söylemeye gelsin. İnanmaya olan ihtiyaç var etmedi mi siyasal islamı ve o ihtiyaç iktidar etmedi mi neticede Ak Partiyi? Kabul etmek istemesiniz de evet gerçek bu hiç kimse inandıramadığı için siyasal İslamcılara rol doğdu. Samimi Müslümanlar zaten damarlarında da asil Türk kanını hisseden Türk Milliyetçileri idi ki "Vatan Sevgisi İmandandır" hadisi bu sözüme tek delil yeter de artar bile ve inanın Müslüman olan kendi Türk olmasa da Türk'ü sever Türklüğü de. İnanın vatanını milletini devletini sevmeyen kendi Devletine kendi milletine düşman olan Müslüman olamaz. İlk Müslümanlar zaten İslam’ın Türklerle buluştuğu zamanın hayali ve umudu ile yaşattı Müslümanlıklarını. Peygamberin Amcası Hazreti Ebu Talip'î Cehaletin, kötülüğün ve Muaviyenin babası olan Ebu Süfyan bunalttığında Onları Türklere sığınmakla tehdit edermiş. Nitekim Türk'ler kadar çok Peygambere şiir naat kaside adı neyse yazmış bir millette yok Müslüman milletler içinde Türk'ler kadar Ehlibeyte değer veren de. İmam Hüseyin'i en iyi anlayan millet de yine Türkler işte besbelli.
Bakın zaten tarihe Türkler ne vakit Ehlibeyt ile bir oldu o vakit abad olmuştur ne vakit de Ehlibeyte sırt dönüp Muaviye'cilerle bir oldu o zaman sapır sapır dökülmüş bölünmüş ayrılmış fakirleşmiştir. Ehlibeyt inancı Türk'ün en büyük zenginliğidir tıpkı Cumhuriyet ve Atatürk'e olan inancımız gibi. Biz bu büyük değerlerimizin kadri kıymetini bilip Onlara inanarak onları razı edecek biçimde işlerin içine girsek milletçe öyle saadetle dolacağız öyle bolluk içinde olacağız ki bilseniz? Özlenen zaman dilimleri ve özlenen insanlar kimler tarihimiz de? Bakalım şöyle gelin tarihe Türkler Ahmet Yesevi döneminde mutlu olmuş gelişmiş Ahmet Yeseviyi dinlemek iyi gelmiş Türklere . Yine mesela Hacı Bektaşi Veli'nin döneminde zirve yapmış Ahmet Yesevi'nin getirdiği o nevbaharın nimet ve faziletleri Hacı Bektaşi Veliyi tanıyıp Onunla aynı dönemde yaşama şerefine erenler çok mutluymuş işte besbelli ve besbelli bolluk bereket de görmüşler onların ışığından yararlananlar. Bakın mesela Cumhuriyetin kuruluş dönemine savaştan da kıtlıktan da salgından da yenice çıkmış, her ferdi ev ahalisinin yarısını ve bütün varlığını kaybetmiş insanlar olarak yok edilme tehdidi yaşamış bir millet ve Devlet olarak ne kadar mutlu yaşanmış Cumhuriyetin ilk yılları?
Demek ki çare inanmak ve güvenmek de hep derim defalarca aldatıldım henüz aldatmamış olanlara güvenmeye de kredi açmaya da devam edeceğim kendi dünyam da. Güvenini yıkana tekrar güvenemeyebilirim ben de ama yeni tanıştığım veya hiç güvenimi yıkmamış birisine pekala güvenebilirim ve biliyorum ki güvenebildiğim fırsat sunabildiğim kadar dünyamı ve ahiretimi abad edebilirim? Güvendiklerim sayesinde zaten dünyamı da ahiretimi de kurtarabilirim. Allah buyuruyor iki kişi birbirine güvendi ve halis niyetlerle ortak oldu mu? Üçüncüsü ben olurum. Ben buna çok inanıyorum şahsen çünkü hayatımda yaşayarak örnekleri ile gösterdi kaderim. Niyetimi bozmadan dostluk ettim çoğundan da vefa gördüm kimi vefasız çıksa da sorun değil. Vefasızı da sağ olsun bana dostluk edenlerin vefalı olanı da. Yalnız taş duvar olmaz deriz hep ve hep birlik olmamız şart deriz ama hiç birimiz birlik vesilesi olmak adına fedakarlık etmeyiz elimizi uzatmayız. Oysa ki dostluklar da elini ilk uzatan kardadır. Elini uzatmak lazım ve uzanan eli de dostça sıkmak lazım dost olunacağına ve kalınacağına inanarak.
Evet inanmak gerek güvenmek gerek ama neye? Hemen cevap vereyim yeni bir düşünce veya fikir ortaya koymaya gerek yok ki Cumhuriyetin kuruluş felsefesine inansak, Adalet ve demokrasinin şartlar yerine getirildikten sonra uygulandığında hayırlı sonuçlar getireceğine güvensek ve sevsek birbirimizi ülkemizi şehrimizi Devlet ve Milleti inanın birden değişim başlayacak dünyamızda. Lakin inançlar kendi doğallığından çıkartılıyor dünyamızda ve mesela fikir üretebilecek kadar aydınlığa dolayısıyla inanca sahip iinsanlar emperyal çetelerin hışmına uğruyor mağduriyetler yaşıyor türlü zulümler görüyor. Zaten sütü sağılmadığı için sancı yaşayan inekler gibi milletten gizlenmenin acısını yaşar iken ve aydınlığından daha çok insanı yaralandıramamanın ızdırabı canını acıtır iken bildiklerini millete mal edememenin acısını yaşayan bir bilim insanımız kendini samimi ortamda ifade ederken aynen anlattığım gibi cümleler kurmuştu.
Yanı sıra insanlara fayda getirmeyeceği besbelli üzerinde çok düşünülmemiş ve kısa vadeli rantlar ve kitlesel hareketlilikler hedefleyen masa başı dünya görüşleri veya fikirler veya ideolojiler adı neyse insanlığa ne bolluğu getirebildi ne de mutluluğu. Düşünsenize Amerika yıllarca karşılıksız para basmış ve bastığı karşılığı olmayan parayı da bütün dünyaya hem dünya markası hem de dünyanın en geçerli parası olarak sunmuş. Bir çok batı veya doğu ülkesi ile alışverişe kalksak ödemeyi dolar bazında yaparlar veya biz alıcı isek de yine dolar bazında isterler. Oysa ticaret için aracı olarak kullandığımız ve dolayısıyla emek ve üretimimizin karşılığı olarak kabul ettiğimiz o dolarların hiç bir karşılığı yok. Yani ABD bütün insanlığın emeğini alın terini yer altı ve üstü değerlerini üzerini janjanlı boyalar ile süslediği ve kendi başkanının resmini koyduğu kağıt parçalarını kullanarak ele geçirdi ve koca insanlığı bir koca yalan olan DOLAR'daki tılsıma inandırdı. Bir çok örnek var benzer size verebileceğim ki bütün insanlığı inandırdıkları en büyük yalanlardan biri de zaten kaynakların sınırlı olduğu yalanı. Tabi dinleri Allah fakir derse Allahın fakir olduğuna delil olsun diye kaynaklar sınırlı gösterilir ve iktisat bilimi var edilir. Peki gerçek iktisat bilimi? Gerçek iktisat bilimini vaaz edenler kim bilir ne kaderler yaşatıldı da insanlığa mal olmaları önlendi.
Batıla insanları inandırmak mümkün elbette ama bir yere kadar işte. Sonuçta Doların büyüsü de bozuldu ve dünya şu anda milli paralar ile veya takas yolu ile ticaretin çarelerini arıyor ve dahi Çin elinde patlayan dolar rezervlerini nasıl harcayıp eritebileceğini düşünüyor. Eski cazibesi ve albenisi kalmadı diyebiliriz pekala Dolar için v gün geçtikçe itibar kaybına uğruyor. Ne kadar çok inananı olursa olsun batıl batıldır ve muhakkak çöker ve muhakkak anlar insanlar bir batıla inandığını. Bütün sahte peygamberlerin ölmeden bütün rezilliği meydana çıkmıştır ve Allah muhakkak onların değil Peygamber, herhangi bir Peygambere sahabe bile olamayacak kadar kalitesiz ve karaktersiz insanlar olduğunu göstermiştir insanlığa. Bu layık olmadığı tahta çıkan ve padişahlığa ehil kumaş ve meziyete sahip olmadığını kendi buz gibi bilip dururken kendini padişah diye inandıran padişahlar krallar ve sultanlar için de geçerlidir tahtlarından inmeden rezil edilmişlerdir. Kimini öz oğlu derdest etmiştir tahtından ve tacını elinden almıştır, kimi karısı tarafından en acı ihanetlere uğramıştır, kimi öz evladını kesmek zorunda hissedip kendini öz çocuklarını boğmuş boğdurtmuştur, bir biçimde rezilliği de görmüştür hak etmediği sultanlığı yaşayan. Demem o ki hak etmediği bir makam da oturup insanları batıla inandıran inandırdığı insan sayısı ve kendine edindiği rant arttığı oranda ahir ömrüne çile biriktiriyor olabilir. Ne diyor Halide Edip Adıvar'ın insanları neden zulümle yönetiyorsun? Sorusuna cevaben Demirci Mehmet Efe? İnsanlar ya ilimle ya da zulümle yönetilir. Bizde ilim yok. Ne yapalım, zulümle yönetiyoruz! Allah insanları yönetmenin ilmine erbap kıldığı kullarla buluştursun bizi de zulümle değil de ilimle yönetilelim inşallah.
İster siyasi düşünce veya ideoloji, ister inanç biçimi veya yaşam felsefesi olsun kendi doğallığında ortaya çıkmalı ve kendi doğallığında halka mal olması sağlanmalı. Şayet bugün olduğu gibi ilimlerin aktığı ve idrak edildiği fikir adamlarını tü kaka ilan edip kenara iter ilimle alakası olmayan cahilleri dayatıp millete matah diye fikir adamı gibi bilim adamı veya hatta siyaset adamı gibi empoze edersen bilimin doğasını bozdun demektir insanlığın zihni anlamında hiç değilse. O halde işimize gelse de gelmese de her düşünce ve fikre açık olmalı ve kendimiz de düşünen fikir edebilen konuşan yazan insanlar haline gelmeye çalışmalıyız belli alanlarda hiç değilse. Hiç değilse toplumsal konu ya da olaylar da. Herkesin fikrini özgürce açıklayabildiği ve her fikrin kendini millete mal edebildiği bir ortam oluşturulmalı siyaset ve bilim dünyasında. Ayrıca bütün fikirler bir kere Devlet tarafından değerlendirmeye alınmalı ve kabul gören beğenilen fikirlerin yaşamasına uygulanmasına destek olmalı.
İnanma işi de yine kendi doğasında yaşanmalı. Bize göre inanmamanın hiç bir mantığı olmadığı veya inanmaktan başka çare kalmadığı durumlarda bile inanmayana müsamahalı ve hoş görülü davranmalıyız. Din de bile zorlama yok ki Allah hidayet edici yalnız benim buyurarak kullarının inanma sorgusunu üzerine alıyor. Din konusunda bile asla zorlama yoksa kendine doğru gelen düşünce veya fikirleri bir dogma gibi gökten inmiş ilham gibi dayatmak hiç akıl karı olmasa gerek öyle değil mi? Eşit şartlar da fırsatlar sunulan mütefekkirler siyasetçiler bilim insanları adı neyse inançlarını düşünce ve fikirlerini ifade etmeliler kendi tecrübe ve bilgilerini serpiştirerek ve insanımızın ilgisine sunulduktan sonra inanıp inanmamayı insanımızın kendisine bırakmalıyız. İnanan zaten inancının gereği ortak inanç taşıdığı insanlara yardım eder fayda verir. Bir düşünce biçimi veya inancı janjanlayarak bazı sözde elitlere veya entelektüellere inanıp kabul etmiş gibi görünmesi karşılığında menfaat temin ederek ortaya konan tezi çürütenleri veya anti tez üretenleri önemsizleştirerek değersizleştirerek ve dahi türlü plan ve dalavereler ile algıları oynayarak dayatırsan belki kitleleri bir müddet inandırabilirsin ama sadece bir müddet. Ve o müddet dolmadan geri dönmüş olmazsan kesinlikle rezil edilirsin ahir ömründe. Yemeği ne kadar kokularla bezesen ve ne kadar güzel servis etsen lezzetini değiştiremezsin, ilk gün yiyen durumu idare edebilir ama bir kaç gün yemek zorunda kalırsa aynı kötü yemeği lezzetli olmadığını söyler ve yemeği yapanı yüzleştirir iyi servis etse de iyi yemek yapamadığı ile aynı o hesap bu millet işleri.
Senin gibi düşünmeyip senin gibi inanmayan insan senin partine üye olsa ne fayda verecek? İnan zararı olur ön seçim yaparsın gelir oy verir hangi adayla kaybedilecekse seçim o aday adayına verir oyu. Gönül bağı kuramadınsa partinle veya derneğinle adı neyse üye göstersen ne olacak kağıt üzerinde? Cesaretli olmak güzel tabi ama cesametin kadar gözükmek çok daha güzel. Görünürdeki cesametin neyse özündeki de o ise yani gösterdiğin kadar büyüksen yenilmezsin. Ama üyenin yarısı sahte yarısı ikna edilmiş ama inanmamış oy vereceği bile şüpheli alt yapısız savrulan insanlarsa kolay yener rakiplerin zaten rezil olursun. Şener Şen'in Züğürt Ağa filmindeki gibi gelir bir cennetten tapu veren yobaz alır gider seçimi elinden de en yakınlarının bile sana oy vermediğini sandık sonucunu görünce anlarsın. Gönül bağı kur üye bağı tez kopar hülasa hatta gönül bağı olmaksızın yapılan üye kaydına bağ demek bile doğru değil. Hem partiler böyle rast gele üye yaptıkları için manipülasyonlara ve spekülasyonlara açık hale gelebiliyor.
Partiler bu yüzden fikirlerini pazarlama yöntemlerini de oluşturma ve benimseme ve benimsetme yöntemlerini de gözden geçirse iyi olacak bu arada. Bunu şöyle bir örnekle açayım ve yazımı tamamlayayım, Misyonerlik faaliyeti sonucu din değiştiren dine kazanılmış olmaz bilakis ona istismar edebileceği bir din kazandırılmış olur. Düşünsenize bir papaz bir genci iş bulma her ayine geldiğinde 100 dolar harçlık verme ve benzeri dünyevi menfaatlere bir çocuğu hıristiyan etse o çocuk mu o papazı salak yerine koyardır? Yoksa Papaz mı o çocuğu aptal yerine koyardır? İkisi de birbirini aptal yerine koyuyor ve ikisi de biri birinden aptal ayrı konu ama ikisini de aptal yerine koyan papazın cebine parayı koyan emperyalizm. Onların derdi çocuk kendini hıristiyan diye bilsin ve tanıtsın papazın derdi onların istediği olsun hıristiyan olan genç de zaten hiç bir şeye inanmıyor ama hıristiyasn görünüp harçlığını doğrulttuğunu sanıyor. Zamanla bozulup gideceğini hıristiyandan beter hallere girebileceğini hiç düşünmeden. Sonuçta misyoner faaliyeti ile algı ile veya menfaat vaadi ile adı neyse özetle gözün görüp elin tuttuğu herhangi bir dünyaya ait değerle kandırılıp bir dine katılan insandan o dine hayır da gelmez fayda da. Zaten misyonerlikle insanı kendi dinine inandırmaya çalışanın niyeti iyi olamaz ki? Dini olan ve niyeti olan bilir inanmanın nasip işi olduğunu ve zaten herkese nasip olmayacağını. Bilir inanıyor gibi görünen sayısı arttıkça inananların eziyet yaşayacağını ve bilir kemdi gibi inananlar dururken kendi gibi inanıyor gözükenlerle vakit geçirmenin bile bilene zulüm olduğunu. Bilir ayrıca inanmadığı halde menfaatleri icabı veya zorlandığı için inanıyor gözüken insanın o dini er geç istismar etmeye başlayacağını.