Büyüdükçe vücudumuz hiçbir yere sığamıyoruz. Eskiden annemizin kucağında oturduğumuz otobüs koltukları, şimdi tek başımıza oturmamıza rağmen dar geliyor sanki. Büyüdükçe başımızda sorumluluğumuzu üstlenecek, bizi elimizden tutup gitmek istediğimiz yerlere götürecek, başımıza bir şey gelmemesi için sürekli gözü üzerimizde olacak insanlar da yok oluyor etrafımızdan. Büyüdükçe bizim mutluluğumuz için bizi düşünüp minik bir çikolata, çilekli bir lolipop, zararlı bile olsa sevildiğinden dolayı bir paket cips alarak gelen misafirler artık nasıl mutlu olacağımızı pek önemsemez hale geliyorlar ve sanki bilinçli bir şekilde yapar gibi hayata yönelik hedeflerimizi kendilerince ölçüp tartıp doğruluğunu yanlışlığını sorguluyorlar ve bizi mutluluktan uzaklaştırıyorlar. Büyüdükçe etrafımızdan gelen sesler artıyor mesela. Eskiden sadece 'Öyle mi?' 'İster misin?' 'Çok güzel.' ' Bu yaptığın yanlış bir davranış.' cümlelerinin onlarca farklı şekle bürünmüş halini dinlerken, şuanda binlerce kelimenin onlarca insandan yüzbinlerce farklı kelimelere bürünmüş halini duyuyoruz. Büyüdükçe zihnimiz de genişliyor ve bunları kaldırabildiğimizi, hepsine zihnimizde yer ayırabildiğimizi sanıyoruz. Sanırım yanılıyoruz. Büyüdükçe daha çok mutlu olacağımızı sanan çocukluk hayallerimizle, büyüyünce karşılaştığımız onlarca sorumluluk ve yük birbirine giriyor ve geçmişe olan özlemimiz her gün yeniden doğan güneşle körükleniyor. Bu da vücudumuz ne kadar büyürse büyüsün, 12 ayda bir sene denilen şeyi geçirip yaş denilen sayıya bir sayı daha ekleyip durursak duralım zihnimizin günden güne çocuk olma isteğiyle çocuklaştığını gözler önüne seriyor sanki. Belki çocukken insanların yaptığı davranışlara hiç kırılmazken, artık kırılabiliyoruz. Çocukken dünyayı çok anlamlı bulacak kadar engin düşüncelere ve yüreğe sahipken, büyüdükçe anlamsızlaşan değerler altında yüreğimizi eziyoruz. Çocukken oynadığımız oyunlardan, yediğimiz bir top dondurmadan, arkadaşımızın bizimle paylaştığı bir ıssırık tosttan aldığımız zevki artık alamayacak kadar mutsuz hissediyoruz kendimizi. Sanki vücudumuz büyüdükçe isteklerimiz beklentilerimiz de büyüyor ve otobüs koltuklarına sığamayan bedenimize beklentilerini yükselttikçe yaşadığı seylerdeki anlamlara, zevklere sığamayan hayallerimizi ekliyoruz. Tatmin olmuyoruz. Büyüyoruz ama tatmin olmadıkça zihnen küçülüyoruz. Çocukluğumuza olan özlemimizle kendimize çıkış yolları arıyoruz. Ömrümüzün 50 senesini de böyle gecirdikten sonra geriye dönüşün imkansız olduğunu hisseden yüreğimiz dizlerimize, gözlerimize, kulaklarımıza, cildimize rahatsızlıklarını iletiyor. Beş adımdan sonra yorulur hale geliyor, aynaya bakınca kırışık tenimizle karşılaşıyor, uzakları hatta yakınımızda elimizi öpen torunumuzu bile net görememeye başlıyor, hayat arkadaşımızın puslu sesini istediğimiz gibi işitememeye başlıyoruz. Dış dünyayla bağlantı kurmamızı sağlayan tüm organlarımıza bizim kendimize yaptığımız şeylerin sonucunda bir haller olmaya başladıktan sonra buna bir lakap takıp herkesin başına gelebilecek normal bir durum olduğunu kabul etmek istiyoruz. Kendimize 'Yaşlı' sıfatını yakıştırıyoruz, ruhumuzun hüzün kırıntıları ve kimi zaman mutluluk parçalarıyla beslenen bedenimize yaşlı demeye başladığımız andan itibaren dünyadan varlık olarak silinmesek bile ruhen siliniyoruz. Çevremizdeki herkesin ölmemizi bekleyen bakışları altında yok oluşumuzu kabulleniyoruz. ' Ben yokum.’ diyoruz, 'Belki de hiçbir zaman olmadım.' ,' Bir zamanlar varsam bile şimdi hiçbir şeyim.' , 'Günde bir defa arayan çocuğum, bayramdan bayrama ziyaretime gelen çocuğumun çocukları ve eski fotoğraflarda gülümseyen yüzümden başka hiçbir şeyim kalmadı.’ diyoruz. Bir gün bize ne zaman ölecek diye bakan gözlerin içindeki korkular gerçek olunca, maddi ölümümüz gerçekleşmiş oluyor. Aslında kendimizi yaşlı hissettiğimiz andan itibaren ölü olan bedenimiz seneler sonra gömülüyor. Mezarımıza çiçek getiren ve iyi dileklerini eksik etmemeye çalışan yakınlarımız da bu hayata bizim gibi veda edince ve ismimizi hatırlayan son kişinin de izi yeryüzünden silinince hiç yaşamamış oluyoruz. Sahi bunu kendimize neden yapıyoruz? Büyürken beklentilerimizi de büyütüyor kendi kendimize eziyetler ediyor, ruhumuzun her anlamda çocuk kalması gerekirken gerçekleştiremeyeceğimiz hayalleri kurmuyor, kendimize herkesleşmiş bir lakap takıp bu dünyaya veda ediyoruz. Peki bunu kendimize neden yapıyoruz? Vücudumuz büyürken ruhumuzdaki çocuğu neden unutuyor ve onu ölüme mahkum ediyoruz? Bir zamanlar bize bir çok şey katan o güzel çocuğun gözlerini neden hiçbir zaman bakmayacağımız yerlere saklıyoruz? Hayat denen bu uçsuz bucaksız ama bir gün sonu gelecek olan yolculuğu kendimize niçin zindan ediyoruz? Herkes yaşıyor diye yaşayıp herkesleşerek yaşadığımız bu dünya dönmeye devam etse de, kendi dünyalarımızın dönmesi için umuda ve çabaya ihtiyacımız var. Bu umudu ve çabayı da her gün doğan güneşle birlikte yeniden doğmuş gibi hissederek, yaşadığımız olumsuzluklardan kendimize yükselmek için basamaklar oluşturarak kısacası nefes almayı ve gökyüzüne başımızı kaldırıp bakmayı severek bulabiliriz. Bizi ve yaşamı biz sevmezsek o çocuğun gözlerini hiçbir zaman göremeyiz.
Büyüyelim, hayatı öğrenelim, hayatlara dokunalım, büyüyelim elbet ama kendimizi ve ruhumuzu yaşlandırmayalım. Hala tek başına oturduğu koltukla bile bir zamanlar annesinin kucağında yaptığı yolculukları hatırlayıp tebessüm edenler olarak kalsak belki de hiçbir zaman ölmeyecek, madden silinsek bile ruhen silinmeyecek hayatlar yaşayacağız. Önemli olan da bu değil midir? Varlığı yok olsa bile, sözleriyle , davranışlarıyla yüzyıllarca hatırlanan insanlar olmak...
Yaşarken Ölmemek Evresi...
Meftune Kalemoğlu
.... 3 Yıl Önce
Yüreğinize sağlık
Rumeysa 3 Yıl Önce
Elinize,emeğinize ve yazan yüreğinize sağlık ????????
inci kuşdemir 3 Yıl Önce
Hangi kelimelerle anlatsam ki şu satırları okurken yüreğimin titreyişni ancak bu kadar güzel anlatılır tebrikler
inci kuşdemir 3 Yıl Önce
Hangi kelimelerle anlatsam ki şu satırları okurken yüreğimin titreyişini ancak bu kadar güzel anlatılır tebrikler