Yazımın başlığında muasır medeniyete atıfta bulundum. Peki neydi Atatürk’ümüzün de hedef olarak seçtiği muasır medeniyetin üzeri ve neden Türklerin hedefi bu olmalıydı? Kerbela ve Ehlibeyt ile Muasır medeniyeti nasıl bağdaştırıyorum? Muasır medeniyet yani çağın bütün imkanlarına kavuşmuş, cehaletten tamamen kurtulmuş, inançlı, kültürlü, en hakiki mürşit olarak İlim’i bilmiş, bilgiye düşkün, bağnazlıktan arınmış, aydınlanmış, bağımsızlık sevdalısı, sevgi ve merhamet dolu ADİL insanların oluşturduğu, hiçbir ülke ya da güce ihtiyacı olmaksızın ayakta durabilen özetle Bağımsızlığını her anlamda elde etmiş, dünyada barışı ve sükunu hakim kılmaya güç yetirebilecek seviyede siyasi güce sahip, fakirliğin kalmadığı, zekat verilecek insanın dahi bulunamadığı, uyuyanların uykusundan uyandırılmadığı, insanlarının gerek sokaklarında gerekse dağlarında ovalarında en ıssız yerlerinde bile özgürce dolaşabildiği, can emniyetinin, mal emniyetinin, namus emniyetinin yanı sıra din ve vicdan hürriyetinin de doyasıya yaşandığı, huzur içinde bir medeniyet tasavvuru. Peki bu medeniyet tasavvuru kime ait? Bu medeniyet tasavvuru elbette ki Yüce Rabbimize dolayısıyla da, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa ve ailesine ya da başka bir deyişle Ehlibeyt’e ait. (Ehlibeyt: Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav), kızı Hazreti Fatıma, İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (as)) Bu medeniyet tasavvuruna ve bahse konu medeniyeti var edip yaşatacak olan İnsanlığın kurtarıcısı ve baş tacı İmam-ı Mehdi’nin muhakkak zuhur edeceğine tam bir kalple inanan Ehlibeyt ailesi bu yüzdendir ki yeni doğan bebeklerinin birinin ismini Hasan yani iyilik diğerininkini ise Hüseyin yani güzellik koymuştur ve bütün hayatlarını insanlığın tekamülü ve aydınlanması için adeta vakfetmişlerdir. Ehlibeyt dedin mi ilk akla gelen doğruluktur hemen ardından da iyilik ve güzellik gelir zaten. Bu yüzden de iyiliği ve güzelliği isimlerinde bile taşımışlardır.
Ehlibeytin büyüğü ve baştacı Hz. Muhammed Mustafa (sav) daha kendisi vahye muhatap olmadan bile Muhammedül Emin olarak anılırdı malumunuz. İçinde yaşadığı toplumun en güvenilir kimsesi idi ve yalanı hiç dünyasına katmadan 63 yıl yaşadı ve vazifesini layıkıyla yerine getirdikten sonra yine doğduğu günkü gibi tertemiz ve dosdoğru birisi olarak Rabbına kavuştu. Bize ise iki emanet bıraktı; birisi Kuranı Kerim yani Allah’ın kullarına Habib’i aracılığı ile yolladığı, bireysel ve de toplumsal tekamüle ulaştırıp, huzur ve mutluluğa vesile olacak, ayrıca muasır medeniyet hedefine ulaşmanın formüllerini içerdiği gibi ahiretlerini de kurtarabileceği yol haritasını da veren ayetlerinden oluşan bir mukaddes kitap ve O kitapta yazılanları kamilen anlamamız ve uygulamasını öğrenmemiz için rehber ve önder olarak ayrıca aşk başta olmak üzere ihtiyaç duyduğumuz duyguların menbağı olarak Ehlibeyt. İki mukaddes emanet, birini diğerinden ayıramayacağımız gibi ikisine de sımsıkı sarılmazsak ikisini de layıkıyla anlayamayacağımız iki emanet. Birini layıkıyla anlamak için diğerine muhtaç olduğumuz ve tutunursak iki dünyamızı da kurtarabileceğimiz bu iki emaneti layıkıyla anlamayı nasip etsin Rabbimiz.
Dünyanın niçin yaratıldığını ve Allah’ın dünyayı var etmekten muradının ne olduğunu anlayamaz isek İslam’ın niçin insanlığa kurtuluş reçetesi olarak gönderildiğini ve niçin dini ölçülere riayet ederek yaşamamız gerektiğini anlayabilmemiz de pek mümkün görünmüyor kanaatimce. Bu yüzden öncelikle var oluş sebebimize kendi penceremden gördüğüm kadarıyla açıklık getirmek istiyorum. Yüce Allah “Bilinmez bir hazine idim bilinmeyi murad ettim Alemleri Halk ettim” sözü ile aslında ciddi bir ipucu veriyor, yine bu bağlamda “Habibim Sen Olmasan Alemleri Yaratmazdım” Manasındaki Kutsi Hadiste bu konuda hayli aydınlatıcı derinlemesine düşünülürse üzerlerinde. Yüce Allah kendini tanımış keşfetmiş ve kendini hazine olarak tasvir etmiş ki gerçekten de varlığı bile tek başına büyük bir hazinedir. O’nu tanıyan keşfeden zaten en büyük hazineleri keşfetmiş demektir ve O’nu tanıyan O’nun hali ile hallenir, O’na benzer O olamasa da, O’na yaklaştıkça kusuru azalır noksanını tamamlar. O’nun ahlakı ile ahlaklandıkça da insanlığa faydalı hizmetleri olan ve herkesçe değilse bile iyilerce sayılan sevilen Eşrefi Mahlukat konumuna yükselen bir varlık olur ve nihayetinde zaten Hakta kaybolur ki bu hali yaşayanların elinden dilinden vesair hiçbir uzvundan bir başka mahlukata haksızlık sadrolunmaz derler tıpkı Ehlibeyt gibi. Allah’ın kendisinin tanınmasını istemesinden muradı da zaten burada gizlidir. Kendisini layıkıyla tanımış varlıklar kendisinin arzuladığı o dünyanın kurulmasını sağlayacaktır. Habibim Sen olmasan Alemi Yaratmazdım derken de Alemlerin Rabbi Olan Allah aslında AŞK’a vurgu yapmıştır. Kendisini sadece kendisine aşkla bağlanıp sadakatle Ehlibeyt yolunu tutanların tanıyabileceğini ifade buyurmuştur. Yani Alemleri AŞK ile yaratmıştır ve Aşk ile O’nun vaaz ettiği dini yaşayanların kendisini layıkıyla tanıyıp iki dünya saadetini yakalayacağını ima etmiştir bana sorulursa. Allah; Habibini yani Peygamberimizi Aşk ile seyredince Habibi kendisine ayna oluyor ve kendisini bu yolla keşfediyor. İşte insanlar da aşk ile aleme bakabildiği oranda Allah’a yakınlaşıyor O’nu tanıyabiliyor. O’nu tanıyan tanıdığı oranda tekamül ediyor ve nefsinin arzu ve hevalarından kurtulup arınarak kamil insan olma yolunda ilerleyebiliyor. Zaten kamil insan mertebesine ulaşanlar da, başta içinde yaşadıkları topluluk olmak üzere insanlığın kemal bulması mücadelesinin içinde kendisini buluyorlar. İşte tam da bu noktada Allah’ın Peygamberi aracılığı ile bizlere vaaz ettiği İslam dininin hedefi olan Muasır Medeniyet seviyesinin üzerine çıkma hayali devreye giriyor ki bu hayalin tezahürü için Ehlibeytin hayatını örnek almak ve O’nlar gibi yaşamak zorundayız diyebilirim rahatlıkla. Kaldı ki başkaca bir alternatifimiz de yok bu hususta. Her ne kadar “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir hangisine tutunsanız Allah’ı bulursunuz” gibi uydurma hadisler aracılığı ile farklı yollar ve fraksiyonlar denenmeye çalışılmışsa da bu uydurulmuş taklidi yolların hiçbir olumlu netice vermediği ve sadece cahiliye adetlerini ve Araplaşmayı teşvik ettiği tecrübeler ile ortaya çıkmıştır. Sadece Ehlibeytin yolunu tutanlar arasından kamil insanlar çıkagelmiştir tarih boyunca. Örneğin Hacı Bektaşi Veli, örneğin Yunus Emre, Örneğin pir Sultan Abdal ya da örneğin Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve son çağın bilgesi Prof. Dr. Haydar Baş gibi örnekleri çoğaltabiliriz elbette ama kafi sanırım, hepsi de Ehlibeyt yolunun bize armağanları olan kamil ve bilge kimselerdir. Ehlibeyt yolu dışında bir yolu takip ederek kemalata erişmiş bir Allah'ın kulu yok diyebiliriz ki zaten, Ehlibeyt hakkındaki ayetler ortada iken sonu İmam Ali aracılığı ile Peygamberimize dayanmayan hiç bir yol hak olamaz. Kaldı ki Sünni Mezhepler adında bilinen Mezhep İmamlarının hepsi de esasen Ehlibeytten feyiz almış kimselerdir ve Ebu Hanefi başta olmak üzere hepsi de Ehlibeyt İmamlarına bağlılıklarını kendi sağlıklarında ilan etmişlerdir. Yazın Google'ye Ebu Hanefi ve Ehlibeyt diye inceleyin ya da araştırın Ehlibeyt İmamı Caferi Sadık Efendimiz ile Ebu Hanefi hazretlerinin diyalgolarını. Göreceksiniz ki Mezhep İmamımız olarak kabul ettiğimiz kimseler bile katıksız Ehlibeyt aşığı imiş ki zaten aksi düşünülemezdi.
Düşünsenize Allah’ın Tathir ayeti diye de bilinen Ayetle bizzat tertemiz ve masum olduklarını beyan buyurduğu (bknz:Ahzab Suresi 33. Ayet) yine Meveddet Ayeti ile kendilerine muhabbet ve hürmet beslememizi farz kıldığı (bknz:Şura Suresi 23. Ayet) Ehlibeytin yolu varken başkaca yollar aramak hangi aklın karı olabilir? Ya da kim ya da kimler Peygamberin Sünnetini (yani sürekli yaptığı fiilleri) O’nun ailesinden daha iyi bilip yaşıyor olabilir? Allah’ın ilme verdiği değerinde anlaşılması bakımından çok önemli olan “OKU” emriyle başlayan ilk ayet inerken yanında kim vardı Peygamberin? Mağaranın önünde Cebrail'i Peygamberden bile önce gören kimdi? Tabi ki İmam Ali. Peki ya sonraki ayetlerin inişleri esnasında kim varmıştır çoğunlukla? Peygamberimizin (sav) yanında olma olasılığı kimin fazladır ayetler indiği anda? Kim ya da kimler ayetlerin inişinin zamanını, sebebini, hangi olayın anlaşılır hale gelmesi için indiğini ve ne amaçladığını Ehlibeytten daha iyi bilebilir? Allah’ın her türlü övgüsüne ve rızasına mazhar olmuş bir aile dururken başka alternatifler aramanın ne mantığı olabilir? Neresinden bakarsanız bakın aklın ve ilmin yolu sizi Ehlibeyte çıkartır zaten samimi Müminseniz ki Mümin malum güven veren insan demektir. O halde güvenilir insanlar olmak için de Ehlibeyte yakın olmamız gerekmez mi? Kaldı ki Allah; İmam Ali’nin Müminlerin Emiri ve Velisi olduğunu Maide suresi 55. Ayeti Kerimesinde açıkça beyan etmiştir esasen. Sünni dünya pek bahsetmek istemese de Gadiri Hum hadisesinde Velayet ve İmamet hakkının İmam Ali’nin şahsında Ehlibeyt efendilerimize teslim edildiği ve İmam Ali’nin bizzat Cenabı Hakk tarafından seçildiği de İslam tarihini az çok bilen İslam dünyasında yaşayan hemen herkesin malumudur. Dolayısıyla Allah’ın buyruğuna uyup Ehlibeyti seven Onlara hürmet besleyip Onlar gibi yaşamını şekillendiren insanlar, Allah’ın da yardımı ile kemal bulma imkan ve fırsatını elde edebiliyor. Başka yollara tevessül edenler ise ancak psikoloji bozukluğu yaşıyorlar ve hem dünyalarını hem de ahiretlerini mahveden mutsuz aynı zamanda güven vermeyen ve çevrelerinde sevilmeyen kimseler olarak yaşamaya mecbur oluyorlar. Demek ki mutluluğun formülü gerçekten de Kuran’a ve Ehlibeyt’e sımsıkı sarılmak. Sünneti en iyi bilen Ehlibeyt olduğuna göre Kuran ve Sünnet demek bence Ehlibeytin üzerini örtmek için uydurulmuş bir kılıftan öteye geçemez.
Bildiğiniz üzere Peygamberimizin (sav) Vefatının ardından ard arda çok üzücü olaylar yaşandı İslam dünyasında ve İslam’ın ve Peygamberinin baş düşmanı olan Ebu Süfyan ve Hind’in oğlu Muaviye en baştan itibaren fitne kazanını kaynatmaya başladı. Ehlibeyte duyduğu düşmanlık, hasedi ile birleşince gözü döndü ve Ehlibeytin haklarından mahrum bırakılması için ne mümkünse yaptığı gibi ilerleyen yıllarda Cemel’de ve Sıffın’de Ehlibeyte kılıç çekmekten ve Ehlibeyt taraftarları ile savaşmaktan bile geri durmadı. İmam Ali Efendimizin Şehadetinde parmağı olduğu bilindiği gibi İmam Hasan (as)’ı zehirletenin de Muaviye olduğu tarih kitaplarında yazmaktadır. Bildiğiniz üzere hiç hakkı ve uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen Müminlerin Emiri ve Mevlası İmam Ali sağken kendisini sözde Müminlere Emir ve Halife tayin eden Muaviye daha ölmeden oğlu Yezid’e de aynı kulvarı açmış ve kendisi ölmeden Yezid için biat toplamış ve sözde Halifeliğini ilanını sağlamıştır. Muaviye’nin ölümünün ardından kendisine kalan servetin ve makamın baş döndürücü cazibesiyle iyice azan ve gemi azıya alan Yezid, insanlığa ve müslümanlara zulmetme hususunda ileriye gidince doğal olarak İmam Hüseyin Efendimizin muhalefeti ile karşı karşıya kalmıştır. Yezid’in yaptıklarının İslam’a dolayısıyla da Muasır Medeniyet ya da başka bir deyişle Mehdiyet hedefine ciddi zararlar verdiğini gören İmam Hüseyin Efendimiz, Yezid’i durdurabilmek için çarenin şehadeti göze almakta olduğunu görmüş ve Yezid’e kıyam etmiştir. Kaldı ki İslamın emridir zulmeden hüküm sahibine kıyam. Peygamber buyruğudur “bir yerde zulüm görürseniz gücünüz yeterse elinizle, değilse dilinizle o zulmü durdurun, buna da gücünüz yetmezse kalbinizle buğz edin ki kalple buğz etmek imanın en zayıf noktasıdır”. İmam Hüseyin o dönem için de bu dönem için de Dedesi Rasulullah Efendimiz ile anne ve babasından sonra imanı en kuvvetli mümin olduğuna göre elbetteki eliyle müdahale etmeliydi ki Hüseyin Efendimiz de öyle yaptı. Zulmü önlemek için kıyam eden İmam Hüseyin’e bizzat bu zulmü durdurması için mektup yazıp kendisini Kufe’ye davet edenler, Yezid’in emriyle yolunu kestiler Kerbela’da ve İmam Hüseyin’in kıyamını durdurma adına kendisini ve ailesinden ve taraftarlarından 72 kişiyi şehit ettiler. Düşünsenize iyiliklerini istediği insanlar kendilerine zulmeden Zalim Yezid’in emri ile Hüseyin’in ve canı gibi sevdiği ailesinin canına kıydılar. Kurtarmak istediğiniz insanlarca katledilmek en acı kader olsa gerek ve bu kaderi İmam Hüseyin sırf Mehdiyet Davasının yaşaması ve insanlığın kurtuluşu için, Hakkın tarafını tutmanın canından daha aziz olduğunu göstermek için bile isteye yaşadı ve İslamı yaşatabilmek için kendisi ve beraberindekiler can feda kıldı…
İşte bu yaşanmışlık; yüzyıllar sonra bu çağda bile Hüseyni duruş olarak adlandırılan bir yaşam biçimi ortaya koydu ve insanlık var oldukça daha ağırının yaşanamayacağı acı ve çileleri insanlığa tecrübe olarak sundu. Bu Hüseyni duruş Çanakkale’de, Kurtuluş Mücadelesinde; kah Trabzon Lisesi öğrencilerinin kah 57. Alayın kah Kara Fatma ya da Sütçü İmamların ve Kurtuluş Savaşı şehitlerimizin şahsında yaşamaya devam edip kendisini dem dem gösterdi ve gerekmesini hiç arzu etmesek de gerekirse bu gün de yine Ehlibeyt sevdalılarının şahsında aynı Hüseyni duruş zuhur edecektir ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de bizzat Hüseyin’in duruşunu örnek aldığını söylediği hepimizin malumudur. Yine Atatürk’ün Muaviye’den bahsederken İslam’da ilk fitneyi çıkartan bir fitne unsuru olarak da bahsettiğini yeri gelmişken belirteyim. Kerbela’da yaşananları lütfen siz açıp internetten dilediğiniz kaynaktan okuyun ben detayına girmeyeceğim ancak her karesine ayrı göz yaşı dökmemek mümkün olmayan söze sığmayan acıların yaşandığı bir hakikat. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük acıdır Kerbela bu kesin ve insanlık tarihi boyunca Kerbela’da şehit düşenler kadar iyi niyetli ulvi hedefler için savaşan ve can feda kılan insanlar var olmamıştır. Düşünsenize bütün insanlığın saadet içinde yaşadığı uyuyanın uykusundan uyandırılmadığı bırakınız açlığı fakirliğin bile suç sayıldığı bir dünya hayaliniz var ve bu hayal sizin için ölmeye değer. Buyurmuyor mu Peygamber Efendimiz? Mehdi zamanında insanlık o kadar ileriye gidecek ki O konuşunca bütün dünya aynı anda duyup dinleyebilecek. Buyurmuyor mu? Mağripten Meşrib’e yolculuk çok kısa sürede tamamlanacak ve insanların çok rahat ve hızlı binekleri olacak. Buyurdukları bu gün için gerçek olmamış mı? O halde Mehdi'nin zuhuru da muhakkak gerçek olacak. Bu ve benzeri sözlerin adını ister öngörü koyun, ister hayal koyun ister mucize deyin ister keramet. İsmini ne koyduğumuzun önemi yok zaten. Bu hayalin kurulmuş olması ve insanlığın iyiliğinin rahatının huzurunun düşünülmüş olması yetmez mi Peygamberi ve ailesini sevmemiz için? Nasıl bir medeniyet tasavvuru nasıl bir dönem ve çağda vaaz edilmiş ve nasıl inanılmış? O çağdan bu günü anlatmak ve etrafındakilere bunu inandırabilmek? Peygamberimizin Araplar arasında yaşamış olması da zannımca bu sebeple. Allah Arap toplumunun bile inandığı bir Mehdiyet Planını Arap toplumunun şahsında bile yaşanabilen bir dini, Türk’ler başta olmak üzere başka kavim ya topluluklarla buluşturulduğu takdirde çok daha ekmel neticeler vereceğini göstermek için o coğrafya ve o dünyayı seçmiş olsa gerek. Nilüfer çiçeğinin sadece bataklıkta oluşması gibi düşünmeliyiz bence. Bataklık Arap yarımadasında oluşturulmuş Peygamber ve Ehlibeytten önce. Düşünsenize kız çocuklarının diri diri gömüldüğü kadının mal kadar bile değer görmediği hatta nefret edildiği için doğar doğmaz gömüldüğü, fuhuşun, faizin, cinayetin ve her türlü zulmün kol gezdiği bir coğrafyada dünyaya gelen Peygamber Efendimiz o kavimden Saadet Asrı denilen dönemi yaşayan ve yaşatan insanlar var etmiş. Kız çocuklarını kendi elleriyle diri diri gömen insanlar, Ehlibeyt ile tanıştıktan sonra kız çocuğum doğsun diye dua eder olmuşlar ve kız çocuklarına daha değer verir hale gelmişler zamanla, kadınlara köle muamelesi yapanlar kadınlarını baş tacı etmeye başlamışlar. Önceden hak hukuk tanımaksızın nefislerinin arzularına boyun eğerek canları nasıl isterse öyle yaşayan insanlar, Hakka hukuka riayet etmeyi öğrenerek, Annelerin ayakların altında olduğuna inandıkları bir cennet vaadi için, kamil insan olabilmek için nefisleri ile mücadele eden, ve ölçüleri olan insanlar haline gelmişler ve Asrı Saadeti yaşatmışlar. Hz. İbrahim (as) Oğlu İsmail ve eşi Hacer’i zaten Allah’ın İbrahim sülbünden gelecek Hatemül Enbiya planı için o coğrafyaya getirip Oraya yerleştirmiş olsa gerek diye düşünmekteyim. Zaten Adem’den bu yana gelen bütün Peygamberler; Peygamberlerin de Peygamberi aynı zamanda Efendisi ve sonuncusu olan Habibi Kibriya Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın gelmesi için zemin hazırlamış mıydı? Hz. İsa Efendimiz de O’nu müjdelememiş miydi kendi ashabına? Ve Ya Rabbi keşke Peygamber olarak yaratılacağıma O’na Ümmet olaydım diye dua buyurmamış mıydı? Demek ki Allah’ın bir planı var ve bu plan gerek Peygamberleri ve gerekse İmamlar (12 imam) aracılığı ile bir biçimde işleye gelmiş ve işleyecek. Planın nihayeti de hepimizin malumu olduğu gibi kuracağı o uyuyanın uykusundan uyandırılmayacağı, adaletin kol gezeceği, asayiş suçunun bile hiç işlenmeyeceği, tertemiz ışıl ışıl bir dünya. Böyle bir dünya kurulsa o dünyada yaşayanların hepsi cehaletten ve muhtaçlıktan kurtulsa sizce böyle bir topluluğun hükmedicisi nasıl bir insan olabilir? Böylesi aydınlanmış, adil iyi niyetli mantıklı, dünyayı güzelleştirmeyi şiar edinmiş insanlar sizce nasıl bir insanı kendilerine BAŞ seçerler. Elbette ki kendi içlerindeki en tekamül etmiş ve en iyi niyetli insanı seçerler ki buda Allah’ın takdir ettiği Hz. Mehdi efendimiz olabilir. Allah bizleri Hz. Mehdi’ye, değilse de Mehdiyet hedefine hizmetkar eylesin ve dünyada ömrümüz vefa etmezse de ahirette Hz. Mehdi’ye kavuşanlardan ve hizmetinde bulunanlardan eylesin. Bu kutlu davanın en önemli delili olarak kalplerimizi hüzünle doldurduğu gibi imanımızı kuvvetlendiren Kerbela hadisesini yaşayan Hz. Hüseyin(a.s.) ve mazlumlar başta olmak üzere bu kutlu dava uğruna CAN FEDA kılan aziz şehitlerimizin Ruhu Şad Olsun. Allah bizleri Hüseyni duruşu sergileyen kullarından kılsın ve bu duruşu Türk Milletine mal etmeye devam etsin inşallah..