Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.
Pablo Neruda
Sabretmek;
Sonucunun iyi olacağını düşünerek, umut ederek beklemek.
Zor mesele değil mi?
Sabretmek diyoruz ama, yaşadığımız coğrafyada çok güçlü olmanın ya da güçlü olduğunu sanmanın getirdiği kocaman bir gaflet bizim yaşadığımız. Kahvede pişpirik, TV de Nörolinguistik diziler, eğlence programları, fanatizme dönüştürülmüş spor programları, siyasilerin şoven söylemleriyle kışkırtılmış haber programları.
Aziz NESİN’in “Ah biz eşekler” öyküsündeki eşeklerin gafleti gibi bir algı kıtlığı içinde nefes alıp veriyoruz ve buna “yaşamak” diyoruz.
Herşeyin bir ruhu var bu evrende; taşın, toprağın, suyun, ağaçların, gökyüzünün, yeryüzünün, hayvanların, insanların...
Toplumların da bir ruhu var ve biz ona sanat diyoruz.
O ruh ki;
Orta Çağın karanlığından rönesansı yaratır.
O ruh ki;
O toplumun acılarından kavrulmuş türküleridir, başuncundaki masallarıdır, halkoyunlarıdır, resimleri, heykelleri,
orta oyunlarıdır...
İşte bu millet o ruhunu kaybetti, kaybettirdiler.
Heykele “ucube” dediler sustun,
Resme “müstehcen” dediler sustun, Türküleri, Türkü söyleyenleri yasakladılar sustun,
Tiyatrolarımız engellendi... sustun, görmezden geldin, tepkisiz kaldın.
Sustun be adam, sustun be kadın sustun.
Ruh dediğimiz şey tuz ruhu değil!
Milli bayramların bile yasaklandı, sustun,
Bu vatanın kurtarıcısına, kurucusuna hergün uluorta hakaret edildi, sustun.
Evet SUSTUN...
Yaşadığın toprak altından çekiliyor, altındaki cevher çekiliyor,
Farkına varmıyorsun.
Görmüyorsun,
Duymuyorsun,
SUSUYORSUN...
Varsa yoksa partin, liderin yanlış da yapsa, gözünün içine baka baka yalan da söylese, türlü türlü dalavere çevirse de toz kondurmuyorsun, eleştiren her kim olursa şahin kesiliyorsun.
Ahmaklık bir kader değildir.
Bir seçimdir.
Çünkü DÜŞÜNMÜYORSUN.
Sadece SUSUYORSUN.
Öyle bir toplum haline geldik ki;
Antik Yunan filozofu ve düşünürü Platon'un ünlü mağara alegorisini (benzetme) anlatmak istiyorum.
Bakın ne diyor üstad:
Bir mağaranın içinde, dışarıdan gelen ışığa arkaları dönük olarak ömürlerini geçirmiş olan insanların tek gördükleri önlerine vuran hayvan, insan ve nesne gölgeleridir.
Gerçek formunu hiç görmemiş bu insanlar için tek gerçeklik bu gölgelerdir. Hapis olan kişilerden biri bir gün aniden serbest kalır.
Mağaranın dışındaki dünya ile karşılaşır. Tamamen ışık ile yani gerçek ile tanışan bu kişinin gözleri neredeyse körlük yaşar.
Zamanla şimdiye kadar gerçek sandığı gölgelerin aslında gerçek olmadığını ve gerçeklerin birer karanlık yansıması olduğunu anlamaya başlar..
Hayatın gerçeğini anlayan bu kişi mağaraya dönüp diğer insanlara gölgelerin sahte olduğunu ve asıl gerçeğin dışarıda olduğunu anlatmaya çalışır. Ancak dışarıyı hiç görmeyen bu insanlar anlatılanı idrak edemezler ve kızgınlıkla karşı çıkarlar...
Platon, mağara alegorisi yani benzetmesinde bir şeyleri anlamaya başlamış olan filozofların bunu halka anlatamayışını örneklemek istemiştir.
Bu metafor (benzetme) günümüz dünyası ve düzeni içinde hala geçerlidir. Çünkü insanlar anlayabildikleri kadarını kabul edip kendi anlayışlarının ötesinde anlatılanları kabul etmezler. Bu yüzden gerçekleri anlatanlar bir şekilde toplum içinde baskı altına alınır, dışlanır, ötekileştirilir.
Gerçeği görmek, onu dile getirmek, doğruyu duymak ışığa sırtını dönmüş insan için rahatsız edicidir.
Cahillik mutluluktur...
Gerçek ile yüzleşmek cesaret ister.
***
Rahmetli Bekir Yıldız üstadımın da
Bu suskunluk, bu kokuşmuşluk için kaleme aldığı bir hikaye var
Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna
inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiç bir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hastası, tüm uzman psikiyatristlerce girişilen her çabaya rağmen, ölü olmadığı konusunda bir türlü ikna edilememiş.
Hastanın bu kararından vazgeçmeyeceğini anlayan ve tedavisini üstlenen psikiyatristlerden biri, sonunda hastaya, ölülerin kanayıp kanamayacağına dair bir soru yöneltir.
Hasta "tabii ki kanamaz, çünkü, ölülerin tüm hayat fonksiyonları durmuştur" der.
Bunun üzerine psikiyatrist, küçük bir iğne alıp hastanın parmağına batırır.
Bir müddet şaşkınlıkla parmağına bakan ve kanadığını gören hastanın tepkisi ilginçtir:
"Lanet olsun! Ölüler de kanarmış."
"İktidar çalmış olsa bile bir açıklaması vardır" diyen bir kitle var. Ne olursa olsun yanlışı savunmaya devam ediyor. Kendi savunduğu şeyi ne yapıp edip haklı çıkarıyor. Psikolojide buna "rasyonalizasyon" dense de "kokuşmuşluk" demeyi daha doğru buluyorum.
***
Aslında tüm bu yaşananları suskunluk sarmalı olarak açıklamak mümkün.
Suskunluk Sarmalı, 1974 yılında Meinz’da bilim insanı Elisabeth Noelle Neumann tarafından ortaya koyulan ve toplumsal kabul durumuna açıklık getirmeyi amaçlayan bir kitle iletişim modelidir.
Noelle Neumann’ın bir grup asistanı ile gerçekleştirdiği deney sonrasında ortaya çıkan sonuca göre modelin genel kabulü ”Eğer bir ortamda bir grup içinde çoğunluk aynı fikirdeyse, karşıt görüşlü olanlar düşüncelerini ifade etmeye çekinir. Böylece herkes aynı fikirde olmasa bile öyleymiş gibi bir ortam doğar ve oluşan suskunluk sarmalı herkesi sarar.” şeklinde özetlenebilir.
Avrupalı bilim insanları bu durumu 1974 yılında keşfetmişler oysa Anadolu insanı binlerce yıldır bunun farkında.
Nasıl mı?
Üzüm üzüme baka baka kararır mı desem,
Kör ile yatan şaşı kalkar mı desem,
Ebem sekti ben de sekeyim mi desem...
Böyle bir suskunluğa
Ne desem boş aslında.
Başladığım gibi bitirmek istiyorum.
Şili'li şair, yazar ve diplomat Pablo Neruda' nın sözlerindeki o "ateşli sabır" dediği kısma gelirsek;
Sabretmek;
Sonucunun iyi olacağını düşünerek, umut ederek beklemek.
Zor mesele değil mi?
Evet zor, gerçekten çok zor.
Hangi ateşli sabır böyle bir suskunluğa böyle bir kokuşmuşluğa dayanır ki?